Av. Ahmet AVŞAR, Stj. Av. Muhammed Enes GEMİCİ - Ceza Muhakemesi Hukukuna Hakim Olan İlkeler

services-details

Av. Ahmet AVŞAR, Stj. Av. Muhammed Enes GEMİCİ - Ceza Muhakemesi Hukukuna Hakim Olan İlkeler

CEZA MUHAKEMESİ HUKUKUNA HAKİM OLAN İLKELER

I. Ceza Muhakemesi Hukuku Nedir?

Uzun bir süre boyunca Ceza Hukuku ve Ceza Muhakemesi Hukuku bir bütün teşkil edecek şekilde birbirileriyle karıştırılmaktaydı. Bu iki hukuk dalı arasındaki ayrılık, müeyyidenin uygulanabilmesinin, yasanın öngördüğü şartların gerçekleşip gerçekleşmediğini belirlemekle görevli yargılama faaliyetini yürüten organlar tarafından verilebileceğinin kabulü ile ortaya çıkmıştır. Yargılama organlarının bu faaliyetlerinden Ceza Muhakemesi Hukuku doğmuştur. Ceza Muhakemesi Hukuku, mahkemenin, daha açık bir deyişle, devlet organlarının ceza kanununun ihlal edilip edilmediğini tespit edip, ihlal edene de ne müeyyide verileceğini belirlemeye yönelik faaliyetlerin türünü, biçimini ve zamanını düzenleyen normların bütününü oluşturan hukuk dalıdır.

II. Ceza Muhakemesi Hukukun Amacı

Önceleri toplumda düzen ve otorite duygusunu sağlamak amacı ile, ceza muhakemesi hukuku, suçlu ile sanık arasında herhangi bir ayrım gözetmemekte ve sanığın suçlu olduğunu kabul etmekteydi. Avrupa’nın karanlık çağı olarak nitelendirilen Orta Çağda ceza muhakemesinin konusunu, esas itibariyle ceza mahkumiyetini haklı gösterecek deliller oluşturuyordu. Bu dönemde en önemli delil ise ‘‘ikrar’’dı. Bu sebeple sanık gerçekte suçu işlememiş olsa dahi söz konusu suçu ikrar edinceye kadar işkenceye tabi tutuluyor, işkenceye rağmen ikrarda bulunmayan sanığa bundan dolayı da ceza verilebileceği kabul ediliyordu. Daha sonraları Aydınlanma Dönemine hakim olan felsefi ve liberal akımın da büyük etkisiyle ceza muhakemesi hukukunun gayesi de değişti. Bu hukuk dalı, egemen güç olan devlet gücünün kötüye kullanılmasına ve yargıçların keyfiliğine karşı bireyi ve dolayısıyla sanığı korumayı amaçlar hale geldi. İlk anlayış tamamen toplumu ve düzeni korumayı, ikinci anlayış ise tamamen sanığı korumayı amaçladığından, iki anlayış da modern ceza muhakemesi hukukunda kabul görmemektedir. Modern ceza muhakemesi hukuku, bir yandan ceza kanununda suç olarak öngörülen fiilleri işleyenlere gerekli müeyyideleri uygulayarak toplumun çıkarlarını korumayı amaçlarken, diğer yandan da suçsuzların cezalandırılmasını önlemek suretiyle bireyin yani sanığın menfaatlerini korumaya çalışmaktadır. Modern ceza muhakemesi hukuku, birbiri ile çakışır gibi gözüken fakat aslında birbirini tamamlayan bireyin korunması ve toplum düzeninin korunması amaçları arasında bir denge oluşturma gayesindedir. Günümüzde ceza muhakemesi hukuku, medeni muhakeme hukukundan farklı olarak şekli gerçeklik yerine, maddi gerçeği araştırır. Ceza muhakemesi hukukunda hakim, tarafların ileri sürdüğü delillerle yetinmeksizin maddi gerçeği araştırır. Maddi gerçeğin araştırılması neticesinde sanık eğer suçlu bulunursa cezalandırılacak, suçluluğu ispat edilemez ise beraat edecektir.

III. Ceza Muhakemesi Hukukuna Hakim Olan İlkeler

Ceza muhakemesinde amaç gerçeğe ulaşmak olsa dahi bu kapsamda her yola başvurulamaz. Gerçek, yalnızca hukukun uygun gördüğü yollar ile araştırılmalıdır. Aksine yapılan herhangi bir uygulama bireyin haklarını ihlal etmek anlamına gelir. Bu nedenle ceza muhakemesi hukukunda bazı ilkelere uyulma zorunluluğu vardır.

1. Suçların ve Cezaların Kanuniliği İlkesi ( Nullum Crimen, Nulla Poena Sine Lege )

Egemen güç olan devletin cezalandırma yetkisini keyfi ve sınırsız bir şekilde kullanmasını engellemek ve bireye karşı devlet müdahalesini en aza indirmek saikiyle ortaya çıkmış bir ilkedir. Buna göre, bir kimsenin herhangi bir suçtan dolayı yargılanabilmesi için o suçun fiil gerçekleşmeden önce kanunlarda suç olarak tanımlanması gerekir. Kanun yapma yetkisi üç erkten biri olan yasamaya ait bir yetki olduğundan, suç ve ceza içeren kurallar ancak yasama tarafından yapılabilir. Bu konuya Anayasa ve Ceza Kanunu’nda da yer verilmiştir. Anayasa’nın 38/1. maddesine göre ‘‘Kimse işlendiği zaman yürürlükte bulunan kanunun suç saymadığı bir fiilden dolayı cezalandırılamaz; kimseye suçu işlendiği zaman kanunda o suç için konulmuş olan cezadan daha ağır bir ceza verilemez’’ denilmiştir. Türk Ceza Kanunu’nun 2.maddesine göre ise ‘‘Kanunun açıkça suç saymadığı bir fiil için kimseye ceza verilemez ve güvenlik tedbiri uygulanamaz. Kanunda yazılı cezalardan ve güvenlik tedbirlerinden başka bir ceza ve güvenlik tedbiri uygulanamaz’’. Aynı maddenin 2. fıkrasında ise ‘‘İdarenin düzenleyici işlemleriyle suç ve ceza konulamaz’’  ifadesi yer alır. Söz konusu maddeler ile hukukumuzda suçların ve cezaların kanuniliği ilkesi güvence altına alınmıştır.

2. Silahların Eşitliği İlkesi

Davanın taraflarının aynı koşullara tabi olması ve taraflardan birinin diğerine göre daha dezavantajlı bir duruma düşürülmeksizin iddia ve savunmalarını en makul şekilde mahkemeye sunma fırsatına sahip olmasıdır. Burada bahsedilen eşitlik sayısal bir eşitlik değildir. Örneğin taraflardan biri mahkemeye iki tanık çağırırken, diğeri üç tanık çağırabilir. Burada bahsedilen eşitlik iki tarafa da mahkemeye tanık çağırma imkânının verilmesidir. Dolayısıyla söz konusu eşitlik sayısal bir eşitlik değil, fırsat eşitliğidir. Silahların Eşitliği İlkesi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinde de düzenlenmiştir. AİHS’in 6. maddesinin 3. fıkrasının D bendine göre ‘‘İddia tanıklarını sorguya çekmek veya çektirmek savunma tanıklarının da iddia tanıklarıyla aynı koşullar altında davet edilmelerinin ve dinlenmelerinin sağlanmasını istemek’’ ifadesiyle silahların eşitliği ilkesinden bahsetmiştir. ‘Hakkaniyetin en önemli gereği taraflar arasında ‘‘silahların eşitliği’’ diğer bir deyimle, mahkeme önünde sahip olunan hak ve yükümlülükler açısından tarafların arasında tam bir eşitliğin sağlanması ve bu dengenin bütün yargılama boyunca korunmasıdır. (Del court/Belçika 1970, Monnel ve Morris/İngiltere 1987, Ekbatani/İsveç 1998)’’

3. Masumiyet Karinesi ( Presumption of Innocence )

Masumiyet Karinesi, sanığı yargılama öncesi veya yargılama faaliyeti sırasında korumayı hedefleyen bir ilkedir. Buna göre, suçlu olduğu somut deliller ile kanıtlanıncaya kadar herkes masumdur. Bu aşamada sanığa yönelik suçu işlediğine dair bir şüphe olsa dahi, bu şüphe yeterli değildir. Gelişen ve değişen dünya ile birlikte, günümüz dünyasında sosyal medya organlarının yaygınlaşması ve bu organlarda doğru-yanlış ayrımı yapılmadan her türlü bilginin paylaşılması sebebiyle masumiyet karinesi ilkesini uygulamak da zorlaşmıştır. Kişi itham edildiği suçlardan dolayı yargılanırken özellikle sosyal medya platformlarında suçlu damgası yiyerek hayatına devam etmekte ve toplumun gözünde sanık değil suçlu olarak görülmektedir. Masumiyet karinesi kendisine hemen hemen her yasal mevzuatta ve birçok uluslararası sözleşmede yer bulmuştur. Anayasa’nın 38/4. maddesinde ‘‘Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu sayılamaz.’’ ibaresi yer alır. Bu ifadeyle birlikte hiç kimsenin mahkeme kararı olmadan suçlu olarak değerlendirilemeyeceği, suçlu konumuna konulamayacağı garanti altına alınmıştır. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 6/2. maddesinde

“Bir suç ile itham edilen herkes, suçluluğu yasal olarak sabit oluncaya kadar masum sayılır” ifadesi yer alır. Masumiyet Karinesi hukuk devleti ve demokratik toplum açısından oldukça elzemdir. Hatırlatmak gerekir ki, suçu henüz kanıtlanmamış birinin suçlu muamelesi görmesi yalnızca bireyin değil toplumun da menfaatlerine aykırıdır. Suçluluğu kanıtlanmamış birinin suçlu muamelesi gördüğü bir toplumda hukuki güven ve toplumsal huzurdan söz edilemez.

4. Şüpheden Sanık Yararlanır İlkesi (In dubio pro reo)

Ceza Muhakemesi Hukukunda, yargılamaya tabi tutulan sanığın, iddia edilen suçu işlediğine dair herhangi bir şüphe varsa, bu şüphe sanığın lehine olacak şekilde değerlendirilir. Sanığın müeyyideye tabi tutulması için, suçun sanık tarafından icra edildiğine dair kesin bir şekilde somut delillerle ispat edilmesi, suçun sanık tarafından işlendiğine dair bir kuşkunun mevcut olmaması gerekir.

 

Aksi halde sanık herhangi bir müeyyideye maruz bırakılamaz. Burada hukuk, bir suçlunun cezasız kalmasını, bir suçlunun mahkum edilmesine tercih eder.  Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 223/2-e maddesine göre ‘‘Yüklenen suçun sanık tarafından işlendiğinin sabit olmaması halinde beraat kararı verilir’’ hükmü yer almaktadır.

 

5. Kamu Davasının Mecburiliği İlkesi

 

Ceza Kanunu’nun 170. maddesine göre kamu davasını açma yetkisi cumhuriyet savcıları tarafından yerine getirilir. Bu konuda soruşturma tamamlandıktan sonra elde edilen deliller ışığında, savcı suçun işlendiğine dair yeterli şüphe duyuyorsa, söz konusu suç hakkında iddianame düzenler. Kanun kural olarak dava açmayı mecburi olarak kabul etmiştir. Savcı suçun işlendiğine dair yeterli şüpheye sahip olduğunda davayı açmak zorundadır. Fakat kanun dava açma mecburiyetine dair bazı istisnalar getirmiştir. Cezayı ortadan kaldıran şahsi sebep olarak etkin pişmanlık hükümlerinin uygulanmasını gerektiren koşulların ya da şahsi cezasızlık sebebinin varlığı halinde Cumhuriyet savcısı, Türk Ceza Kanunu’nun 171. maddesi uyarınca kamu davası açmayabilir.

 

6. Doğal Hakim İlkesi

 

Doğal Hakimlik İlkesi, herhangi bir uyuşmazlık hakkında yargılama faaliyetini gerçekleştirecek mahkeme ve hakimin, uyuşmazlık henüz yaşanmadan önce kanunlarda belirli olmasını ifade eder. Bu ilke hukuk güvenliği açısından önem arz etmektedir. Söz konusu ilke Anayasanın 37. maddesinde kendine yer bulmuştur. Maddeye göre ‘‘Hiç kimse kanunen tabi olduğu mahkemeden başka bir merci önüne çıkarılamaz. Bir kimseyi kanunen tabi olduğu mahkemeden başka bir merci önüne çıkarma sonucunu doğuran yargı yetkisine sahip olağanüstü merciler kurulamaz’’ ifadesi yer alır. Türkiye Cumhuriyeti’nin ve Birleşmiş Milletlere üye birçok devletin de imzasının bulunduğu Medeni ve Siyasi Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşme’nin 14. maddesine göre ‘‘Herkes mahkemeler ve yargı organları önünde eşittir. Herkes bir suçla itham edildiğinde ya da bir hukuk davasında hak ve yükümlülükleri hakkında karar verilirken, yasalar uyarınca kurulmuş yetkili, bağımsız ve tarafsız bir mahkeme önünde adil ve kamuya açık bir duruşma hakkına sahiptir’’ denilerek, doğal hakim ilkesinden bahsedilmiştir. Fakat ülkemizde bu ilkeye uyulmamasının örnekleri görülmüştür. Örneğin 27 Mayıs 1960’da gerçekleşen ve 27 Mayıs askeri darbesi olarak anılan olaydan sonra, hükümetten uzaklaştırılan Demokrat Partinin üst düzey yöneticileri ve dönemin Cumhurbaşkanı ile Başbakanı, darbeden sonra askeri cunta tarafından kurulan ve doğal hakimlik ilkesine tamamen aykırı olan Yüksek Adalet Divanı tarafından yargılanmıştır.

Söz konusu olayda mahkemeler sanıklara isnat edilen suçlar gerçekleştikten sonra kurulmuş ve hakimleri de olay gerçekleştikten sonra atanmıştır. Elbette bir ülkenin yargı sisteminde yeni mahkemeler kurulabilir, bunun gerçekleşmesi kaçınılmazdır. Bir ülkenin yargı sisteminin hiçbir değişikliğe uğramadan devam etmesi beklenemez, yeni mahkemelerin kurulması kaçınılmaz bir gerçektir. Doğal hakim ilkesine uygun olarak da yeni mahkemeler kurulabilir. Yeni mahkemenin kuruluş amacı belirli bir olayı ya da belirli kişileri yargılamak ve cezalandırmak değilse, amaç ülkede var olan yargı sisteminde reform gerçekleştirmek ise kanunla kurulan yeni mahkeme doğal hakimlik ilkesine aykırılık teşkil etmez. Burada önemli olan kanun koyucu olan yasama organının mahkemeyi kurmasındaki gayesidir.

7. Adil Yargılanma İlkesi

Herkes adil yargılanma hakkına sahiptir. Adil yargılanma hakkına göre davanın, makul bir süre içerisinde, bağımsız ve tarafsız bir yargı organı tarafından, aleni olarak görülmesi gerekir. Anayasa’nın 36. maddesinin 1. fıkrasına göre ‘‘Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir.’’ ifadesi yer alır. Adil yargılanma ilkesini yukarıda yaptığımız tanım neticesinde üç alt başlıkta inceleyeceğiz.

A. Yargı Bağımsızlığı ve Tarafsızlığı İlkesi

aa. Yargı Bağımsızlığı: Devletin üç erkinden biri olan yargı erkinin ana görevi adaleti sağlamaktır, bu sebeptendir ki yargı erkinin bağımsızlığı büyük bir önem teşkil etmektedir. Yargı her türlü dış müdahale unsuruna karşı korunmalı, bu korunma etkili bir şekilde ve devamlı olarak gerçekleştirilmelidir. Yargı bağımsızlığı kendisine uluslararası metinlerde de yer bulmuştur. Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin 10. maddesinde ‘‘Herkes haklarının, borçlarının veya kendisine karşı cezai mahiyette herhangi bir isnadın tespitinde, davanın bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından hakça ve açık olarak görülmesini istemeye hakkı vardır.’’ ifadesi yer almaktadır. Anayasamızın 9. maddesinde ise ‘‘Yargı yetkisi, Türk Milleti adına bağımsız ve tarafsız mahkemelerce kullanılır’’ ifadesi ile yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığından bahsedilmiştir. Yargı organının bağımsızlığı yalnızca dış unsurlara karşı değil, devleti oluşturan diğer iki erk olan yasama ve yürütme organlarına karşı da korunmalıdır. Yasama organı, yargının aldığı kararlara karşı hiçbir müdahalede bulunmamalı, yargı erkinin vermiş olduğu kararların cereyan etmesini engelleyici hiçbir faaliyete girişmemelidir. Anayasa’nın 138/3. maddesine göre ‘Görülmekte olan bir dava hakkında Yasama Meclisinde yargı yetkisinin kullanılması ile ilgili hiçbir soru sorulamaz, görüşme yapılamaz veya herhangi bir beyanda bulunulamaz. Aynı maddenin ikinci fıkrasında hiçbir organ ya da merciinin yargı organına emir ve talimat veremeyeceği hükmüne yer verilerek yargının faaliyetleri, yasama ve yürütmenin müdahalelerine karşı korunmuştur. Yargı organının, yürütme organı karşısındaki bağımsızlığını sağlamak ise nispeten daha güçtür. Bu amaçla Anayasa’nın 139. maddesinin 1. fıkrasında, hakimlerin azlolunamayacağı, kendileri istemedikçe Anayasa’da gösterilen yaştan önce emekli edilemeyecekleri, bir mahkemenin ya da kadronun kaldırılması sebebi ile de olsa aylık, ödenek ve diğer özlük haklarından yoksun bırakılamayacakları güvence altına alınmıştır. Aynı maddenin 2. fıkrasında ise istisnalar belirtilmiştir, fıkraya göre, meslekten çıkarılmayı gerektiren bir suçtan dolayı hüküm giyenler, sağlık bakımından görevini yerine getiremeyeceği kesin olarak anlaşılanlar veya meslekte kalmalarının uygun olmadığına karar verilenler hakkında istisna hükümlerinin kanunlarda belirlendiği hükme bağlanmıştır. 1961 Anayasası yukarıda sayılanlardan başka yargı bağımsızlığını koruyan bir hükme daha yer vermiştir. Coğrafi güvence olarak anılan bu güvenceye göre, terfi suretiyle olsa dahi, hakimin rızası olmadan mevki ve memuriyetinin değiştirilemeyeceği belirtilmiştir. Ancak 1982 Anayasası’nda bu hükme yer verilmemiştir. Ayrıca Hakimler ve Savcılar Kanunu’nun 35/5. maddesinde yer alan hükme göre ‘‘Bölgede başarısızlığı ve görev gereklerine uyumsuzluğu belgelerle saptananların, o bölgedeki görev süresini doldurup doldurmadığına ve meslek kıdemine bakılmaksızın, hizmetinden yararlanılabilecek diğer bir bölgeye veya bulunduğu bölge seviyesinde bir yere naklen ataması yapılabilir.’’ denmiş, aynı kanunun 36. maddesinde ise, hizmetin gereklerine ve ihtiyaca göre adlı yargıda görev yapan hakimlerin muvafakatleri alınmaksızın adli yargıda savcılık görevine, adli yargıda görev yapan savcıların da yine muvafakatleri alınmaksızın adli yargıda hakimlik görevine atanabilecekleri söylenmiştir. Kanunda yer alan bu tip ifadeler yürütme erkinin, yargı erkine olan ve güçler ayrılığı ilkesine aykırı olan müdahalelerini kolaylaştırıcı niteliktir. Oysa esas olan yargı bağımsızlığını güçlendirici ve koruyucu nitelikte hükümlerin ve uygulamaların yapılmasıdır. Yargı organı yalnızca dışarıdan gelen müdahalelere karşı değil, kendi içinden gelebilecek müdahalelere karşı da bağımsız olmalıdır. Örnek olarak üst mahkeme alt mahkemenin verdiği kararı bozabilir ve onu bağlayan bir karar verebilir. Ancak üst mahkeme alt mahkemede karar veren hakimlerin verecekleri kararlara önceden müdahale edemez.

bb. Yargı Tarafsızlığı: Adaletin en doğru şekilde sağlanması için yalnızca yargının bağımsız olması yeterli değildir, ayrıca yargının tarafsız da olması gerekir. Mahkemelerin karar verirken taraflardan herhangi birinin lehine olan kararı değil, hukuka ve vicdani kriterlerine göre karar vermeleri gerekmektedir. Taraflar açısından objektif bir değerlendirme yapılmalı, herhangi bir tarafı kayırıcı bir durum yaratılmamalıdır. Karar verilirken kişisel görüşler ve değerler bir kenara bırakılarak yalnızca kanunların söylediğine uygun olarak hareket edilmelidir. Anayasa’nın 9. maddesinde de yargı yetkisinin tarafsız mahkemelerce yerine getirileceği hükme bağlanmıştır.

B. Alenilik İlkesi

Ülkemizde duruşmalar herkese açık şekilde, aleni olarak gerçekleştirilir. Aleni duruşmalar demokratik rejimlerin vazgeçilmez unsurlarındandır, böylece gizli yargılamaların önüne geçilmek amaçlanmıştır. Bu husus Ceza Muhakemesi Kanunu’nda ve Anayasa’da kendine yer bulmuştur. Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 182. maddesinde ‘‘Duruşma herkese açıktır’’ ifadesi yer alır. Anayasa’nın 141. maddesinin 1. fıkrasında da ‘‘Mahkemelerde duruşmalar herkese açıktır.’’ denmiştir. Ancak bazı hallerde istisnai olarak kapalı duruşmalar gerçekleştirilebilir. Anayasa’nın 141. maddesinin 1.fıkrasının ikinci cümlesinde ‘‘...Duruşmaların bir kısmının veya tamamımın kapılmasına ancak genel ahlakın veya kamu güvenliğinin kesin olarak gerekli kıldığı hallerde karar kılınabilir.’’ aynı maddenin ikinci fıkrasında ise ‘‘Küçüklerin yargılanması hakkında kanunla özel hükümler konulur’’ denilmiştir. Nitekim Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 185. maddesine göre on sekiz yaşını doldurmamış olan çocuklara ait duruşma mutlaka kapalı yapılır ve hüküm de kapalı duruşmada açıklanır, ifadesine yer verilerek aleniyet ilkesine bir istisna getirilmiştir. Aleni olarak görülen duruşmalar hakkında serbest şekilde yayın yapılabilir ancak Ceza Muhakemesi Kanunu madde 187/3’e göre ‘‘Açık duruşmanın içeriği, milli güvenliğe veya genel ahlaka veya kişilerin saygınlık, onur ve haklarına dokunacak veya suç işlemeye kışkırtacak nitelikte ise; mahkeme bunları önlemek amacı ile ve gerekli gördüğü ölçüde duruşmanın içeriğinin kısmen veya tamamen yayınlanmasını yasaklar ve kararını açık duruşmada yayınlar’’ ifadesine yer verilerek serbest şekilde yayın yapılmasına karşı bir kısıtlama getirilmiştir. Aleniyet ilkesinin ihlal edilmesi hukuka kesin olarak aykırılık teşkil eder ve Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 289. maddesine göre bozma sebebidir.

C. Makul Sürede Yargılanma İlkesi

Makul sürede yargılanmanın amacı, mahkemeye başvurarak hak arayışına giren herkesi uzun sürecek olan bir yargılamanın olumsuz etkilerinden korumaktır. Geç tecelli etmiş bir adalet adaletsiz olarak kabul edilmektedir. Yargılamalar en hızlı şekilde yapılıp karara bağlanmalı ve böylece toplumun yargı organlarına karşı güveni sağlanmalıdır. Her olayın kendine has özellikleri bulunduğundan, yargılamanın makul sürede yapılıp yapılmadığı da her olay için, söz konusu olayların içeriğine bakılarak saptanabilir. Söz konusu ilkenin ihlal edildiğini iddia eden kişiler, Anayasa Mahkemesine yapacakları bir başvuru ile, somut deliller ile ispat etmek koşuluyla yaşamış oldukları maddi ve manevi tazminatları talep edebilirler. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 6. maddesinin 1. fıkrasında ‘‘Herkes davasının, medeni hak ve yükümlülükleri ile ilgili uyuşmazlıklar ya da cezai alanda kendisine yöneltilen suçlamaların esası konusunda karar verecek olan, yasayla kurulmuş, bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından, kamuya açık olarak ve makul bir süre içinde görülmesini isteme hakkına sahiptir... ’’ ifadesine yer verilmektedir. Anayasa’nın 141 maddesinin 4. fıkrasına göre ise ‘‘Davaların en az giderle ve mümkün olan süratle sonuçlandırılması, yargının görevidir.’’ denilmiştir.

8. Kamu Davasının Devamlılığı İlkesi

Kamu davası açmakla görevlendirilen makamlar, mecburiyet ilkesi gereği davayı açmaya mecbur oldukları gibi açtıkları davayı yürütmeye yani devamlılığını sürdürmekle de yükümlüdürler. Davayı engelleyen herhangi bir sebep olmadıkça mahkeme son kararı verip uyuşmazlığı çözene kadar dava devam eder. Ceza Muhakemesi Kanununun 190. maddesinde, duruşmalara ara verilmeksizin devam edilip yalnızca zorunlu hallerde ve davanın makul bir sürede sonuçlanmasını engellemeyecek şekilde ara verilebilir denilerek, kamu davasının devamlılığı ilkesi yasal mevzuatla koruma altına alınmıştır.

9. Davasız Yargılama Olmaz İlkesi

Hakkında ceza davası açılmayan bir kişi veya olay hakkında yargılama yapılamaz. Mahkemenin söz konusu olay hakkında yargılama faaliyeti gerçekleştirebilmesi için fail hakkında bir dava açılması gerekir. Mahkeme re’sen hareket ederek kendiliğinden dava açamaz. Ceza Muhakemesi Kanununun 225/1 maddesine göre ‘‘Hüküm, ancak iddianamede unsurları gösterilen suça ilişkin fiil ve fail hakkında verilir.’’ ifadesiyle davasız yargılama olmaz ilkesinden bahsedilmiştir. Bir fiil hakkında yargılanan fail hakkında, yargılama süreci devam ederken failin başka suçları da icra ettiğine dair bazı bilgilere erişilirse, bu yeni bilgiler ışığında fail hakkında yargılama yapılabilmesi için yeni bir dava açılması gerekmektedir.

10. Delillerin Serbestliği İlkesi

Yukarıda da daha önce ifade ettiğimiz üzere ceza muhakemesi hukukunun gayesi maddi gerçeğe ulaşmaktır. Bu sebeple mahkeme taraflar tarafından getirilen delillere bağlı değildir. Ceza muhakemesinde her şey delil olarak gösterilebilir. Her şey dava sırasında ileri sürülebilir, incelenebilir, tartışılabilir. Taraflar tarafından mahkemeye getirilen delillere hakimin inanıp inanmaması veyahut tamamına değil bir kısmına inanması delillerin değerlendirilmesi ile ilgilidir. Getirilen delillerin delil olma değerini hakim tayin eder. Öyle ki hakim yeminsiz olarak dinlenen bir tanığın beyanını, yeminli tanığın beyanından üstün tutabilir. Elbette delillerin hakim tarafından serbestçe değerlendirilmesi hakimin keyfi olarak değerlendirmesi anlamına gelmez. Hakim delilleri değerlendirirken akla ve mantığa uygun değerlendirmelerde bulunmak durumundadır, bu sebeple hakim hangi delile neden inanıp inanmadığını mantık çerçevesinde açıklamakla yükümlüdür.

11. Vasıtasızlık İlkesi

Yargılama faaliyetini gerçekleştiren mahkemenin, kararı verirken mahkemeye sunulan deliller ile bizzat karara varmasını ifade eder. Kararı verecek olan mahkeme deliller yazılı ise okuyacak, işitsel ise dinleyecek, bir eşya veya bir iz gibi görsel nitelikte ise görecektir. Bu ilke adil bir yargılama için çok gerekli olup, yalnızca ceza muhakemesi hukukunda diğer yargılama usullerinde de geçerlidir. Ceza Muhakemesi Kanunu madde 271/1’e göre ‘‘Hakim, kararını ancak duruşmaya getirilmiş ve huzurunda tartışılmış delillere dayandırabilir. Bu deliller hakimin vicdani kanaatiyle serbestçe takdir edilir.’’ denilerek vasıtasızlık ilkesine vurgu yapılmıştır.

12. Yazılılık-Sözlülük İlkesi

Yazılılık ilkesine göre, ancak muhakeme aşamasında yazılı olarak söylenenler karara temel kabul edilebilir.  Sözlülük ilkesi ise duruşmada ne söylenmiş ise onların karara teşkil edebileceğini ifade eder. Özellikle sanığın sorgulanması ve delillerin dinlenmesi sözlü şekilde gerçekleştirilmelidir. Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 201/1. maddesine göre ‘‘Cumhuriyet Savcısı, müdafi veya vekil sıfatı ile duruşmaya katılan avukat; sanığa, katılana, tanıklara, bilirkişilere ve duruşmaya çağrılmış diğer kişilere, duruşma disiplinine uygun olarak doğrudan soru yöneltebilirler...’’ aynı kanunun 210. maddesinin birinci fıkrasına göre ‘‘Olayın delili, bir tanığın açıklamalarından ibaret ise, bu tanık duruşmada mutlaka dinlenir....’’ yine aynı kanunun 215. maddesine göre ‘‘Suç ortağının, tanığın ya da bilirkişinin dinlenmesinden ve herhangi bir belgenin okunmasından sonra bunlara karşı bir diyecekleri olup katılana veya vekiline, Cumhuriyet savcısına, sanığa ve müdafiine sorulur.” ifadesi yer alır. Görüldüğü üzere ceza muhakemesi hukukunda yazılılık-sözlülük ilkesi büyük önem taşımaktadır.

13. Yüz Yüzelik İlkesi

Yüz yüzelik ilkesi uyarınca, davanın taraflarının (özellikle sanığın) yargılama faaliyeti gerçekleştirilirken hazır bulunmalarını, savunma ve iddialardan haberdar olmalarını ve hakim önünde birlikte dinlemeleri gerekmektedir. Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 216. maddesine göre ‘‘ (1) Ortaya konulan deliller ile ilgili tartışmada söz, sırasıyla katılana veya vekiline, Cumhuriyet savcısına sanığa ve müdafiine veya kanuni temsilcisine verilir. (2) Cumhuriyet Savcısı, katılan veya vekili, sanığın, müdafiinin veya kanuni temsilcinin, açıklamalarına; sanık ve müdafii ya da kanuni temsilcisi de Cumhuriyet savcısının ve katılanın veya vekilinin açıklamalarına cevap verebilir. (3) Hükümden önce son söz sanığa verilir. Ek cümle: 15/8/2017- KHK-694/148 md.; Aynen kabul: 1/2/2018-7078/143 md.) Bu aşamada zorunlu müdafiin hazır bulunmaması hükmün açıklanmasına engel teşkil etmez.” maddenin üst başlığı olan ‘‘Delillerin tartışılması’’ ifadesinden de anlaşılacağı üzere, kanun tarafların bizzat duruşmada hazır yer almalarını, hatta mahkemeye sunulan delilleri usulüne uygun şekilde tartışmalarını arzu etmektedir.

Yukarıda açıklamalarını yaptığımız ilkeler aslında modern ceza muhakemesi hukukunun temel taşlarını oluşturmaktadır. Söz konusu ilkeler, modern ceza muhakemesi hukukunu geçmişte muhakemeye hakim olmuş iki anlayıştan da ayırarak, bu iki anlayışın aksine hem toplumun hem de bireyin menfaatlerini koruma gayesindedir. Bu ilkelerin gelişmesi yüzlerce yıllık bir zamanda gerçekleşip aslında hala gelişimini devam ettirmektedir. Hukuk asla yerinde duran sabit bir yapı olmayıp tam aksine toplumun ve bireylerin ihtiyaçlarına göre kendini yenileyip geliştiren ve değiştiren bir bilim dalıdır. Ceza muhakemesi hukuku nasıl geçmişte işkence ile sanıktan alınan ikrar beyanlarından, bugün uluslararası olarak işkence yasağına evrildiyse zamanla bugünkü halinden daha da gelişmiş bir yapıya bürünerek maddi gerçeğin bulunmasına hizmet edecektir.

Av. Ahmet AVŞAR, Stj. Av. Muhammed Enes GEMİCİ